Hünkâr Hace Bektaş Veli’yi Anlamak

         Alevilik, müteşerri İslam’ın yani “Sünniliğin ve Şiiliğin” inanç esasları ile uyuşmayan, farklı köken ve inanç alt yapıları olan Bâtıni ekollerin çatı kavramı olarak kullanılmıştır. Coğrafyamız da kendi değimleriyle “Hakk Yolu ( Rea Haqq-Riya Hakk)” olarak tanımlanan bir diğer değişle Anadolu Aleviliği inancı da bu çatının en büyük parçasıdır. Ancak bizce Hakk yolu inancı bu ekollerin bazılarında olduğu gibi doğrudan batınilik ile değil takiyye ile bu çatının altına girmiştir.

       Kimi çalışmalarda Anadolu Aleviliği; İslam’ın tasavvufi bir yorumu, kiminde bir “Halk İslam’ı”, kiminde de kökü Anadolu’nun kadim kültürlerine, medeniyetlerine dayanan bir inanç olduğu öne sürülmüştür. Bunların dışında milliyetçi/ideolojik kaygılarla Şamanizm’e ve Zerdüştlüğe dayandıranlar da olmuştur. Ben ise Anadolu Aleviliğini “kökçü” bir yaklaşımla birşeyin içi veya dışı olarak tanımlamak yerine; Hak Yolu inancı nasıl bir inançtır, öğretisi nedir, bugün insanlık için ne anlam ifade ediyor sorularına yanıt üretmek gerektiğini ve neyin içi veya dışı olduğuna da, ondan sonra karar vermenin daha doğru olacağını düşünüyorum.

         Anadolu Aleviliği bilindiği üzere sözlü gelenek ile günümüze ulaştırılmış bir inançtır. Bunun birçok nedeni vardır ancak bence en önemlileri yazılı metinlerin geçmişteki egemen güçler tarafından yok edilmesi bir diğeri de yazılı belge taşımanın ve bulundurmanın can güvenliği açısından olumsuz sonuçlar yaratmasıdır. Bu nedenle Anadolu Aleviliği yolunu anlamanın en sağlam yolu tarihsel koşulları dikkate alarak nefesler, kelamlar ve anlatılar üzerinden okumalar yapmaktır.

         Alevi yol-erkânın 13. yüzyılda yaşadığı rivayet edilen öncülerinden Hünkar Hace Bektaş Veli’nin hayatı içinde bu geçerli bir durumdur. Bu yüzden bugün insanlığın özelinde Alevilerin mücadelesi, Hace Bektaş Veli’nin doğduğu ve Hakk’a yürüdüğü yılı, Horasan’dan ne zaman geldiğini öğrenmek değil; onun engin ve çağdaş felsefesini anlamak, anlatmak, yaşamak ve yaşatmak olmalı. Bu yüzden bu yazı da Hünkar Pir’in biyografisine değil, felsefesine ve o felsefenin bugün ne anlam ifade ettiğine değineceğim.

 DİRENİŞÇİ PİR: HÜNKAR HACE BEKTAŞ VELİ:

Anadolu Aleviliği inancı, tarihin her döneminde kendi öncülerini yaratmıştır. Bu önderler Karl Marks’ın “"Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir." sözünde vurguladığı gibi sadece “miskin” bir derviş modunda inzivaya çekilip felsefe ile uğraşmamışlar; bulunduğu coğrafyayı değiştirecek, dönüştürecek mücadele pratiği de göstermişlerdir.

 

Bu öncülerden birisi de yol dili ile Serçeşme’nin başı Pir Hünkar Hace Bektaş Veli’dir. Kardeşi Menteş ile katıldığı doğrudan eşitlikçi, özgürlükçü Rıza Şehri fikriyatını iktidara taşımak için yapılan Baba İlyas diğer adıyla Baba Resul öncülüğündeki, Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahtını sarsan Babai ayaklanmasında mücadele etmiştir . Bu ayaklanmada kardeşi Menteş Baba Sivas’ta şehit düşerken, başarılı olan mücadele ağır silahlı Frank şövalyelerinin katılması ile yenilgiye doğru gitmiştir. Bu gerilemenin farkına varan Baba Resul tarafından Karacahöyük’te bir dergah kurması ve bozgundan sonra geride kalan kitleleri toplaması, inanç faaliyetlerine devam etmesi için gönderilen Hünkar Pir,  Karacahöyük’te dergahını kurduktan sonra Kadıncık Ana’nın öncülüğünde geride kalan; gözü kara devrimci kitleleri, Horasan Erenlerini, Rum Abdallarını toplar ve ilmi eğitimlerine başlar.

 

Dergahta yetiştirdiği 360 küsür halifesini Anadolu’nun dört bir yanına, Balkanlar’a kadar gönderen Pir, bu sayede coğrafyada merkezi otoriteyi sağlamış, Moğol istilacılar ve himayesindeki Selçuklu Devleti’ne karşı çeşitli eylemler gerçekleştirmiştir. Yani Hünkar Hace Bektaş Veli, resmi tarihin yazdığı tıpkı Mevlana Celaleddin gibi egemenler ile iyi ilişkileri olan, korktuğu için isyandan kaçan biri değildir. Ki öyle biri olsaydı, yenilgiden geriye kalan onca topluluk onun çevresine toplanıp, serçeşme kabul ederler miydi?

 

Tabii ki de hayır.

 

Hünkar Pir’in mücadele boyutunu anlattıktan sonra felsefesine değinmek yararlı olacaktır.

 

SIRR-I HAKİKAT’İN BENDESİ: PİR HÜNKAR HACE BEKTAŞ VELİ:

 

Alevi Felsefesi yol erenlerinin “Yol bir arıdır, en güzel çiçeklerden özünü almış ve kendi içinde yoğurup bal eylemiştir.” sözünde vurguladığı gibi insanlık var oldu olalı tüm canlılar adına iyi ve güzel olan herşeyi kendi rengini çalarak bünyesine kazandırmıştır. Yani bu tarihsel bakiyenin üzerine inşa edilen Anadolu Aleviği; aşık-ı sadıklar, Rehberler, Pirler, Mürşitler tarafından günümüze kadar aktarılmıştır. Şüphesiz ki yolun bugüne kadar ulaşmasında çok büyük hizmetleri olan erenlerden biri de Hünkar Hace Bektaş Veli’dir.

 

Bunları söylerken Hakk yolu inancının İslam ve tüm semavi dinler öncesindeki köklerinin görünmemesi için çabalayan asimilatörlerin asılsız anlatılarına mahal vermemek için şunu vurgulamak gerekir: Anadolu Aleviliği felsefesini Pir Hünkar oluşturmamıştır; o sadece aktarıcısı ve en önemlisi de 4 kapı 40 makam gibi kavramlarla sistematize eden kişidir. Yani Hünkar Pir’in felsefesini anlamak için de tıpkı yolu anlamakta olduğu gibi nefesler, kelamlar ve anlatılar üzerinden gitmek gerekir.

 

Çağlar aşıp bugüne kadar çağdaş insanlığa umut ve ışık olan bu felsefe nedir peki? Bunu Hünkar’ın sözleri üzerinden işleyelim, böylece Alevi felsefesinin de genel hatlarını öğrenmiş oluruz.

 

ÖZÜ HAKK’TAN OLANIN, NAZAR KILDIĞI HERYER HAKK TECELLİGÂHIDIR.

 

Anadolu Alevîliği ve özelinde Hünkâr Pir’in felsefesi üç temel kavramın birliğine dayanır, bu kavramlar: Hakk, Âlem ve Âdem’dir.

 

        Pir Hünkar’ın temsilcisi olduğu felsefeye göre Hakk (yaratıcı güç); mevcudatın hepsini kendi varından var eden enerjidir yol diliyle ışıktır, nurdur. Bunu daha net bir şekilde anlamak için Alevi felsefesindeki varoluş kavramını anlamak gerekir.

 

Bilime göre evrenin varoluşu ; güneşin patlama ile saçılması sonucu meydana gelmiştir, canlıların oluşması ise patlama sonrası oluşan gaz ve bulut tabakasının ağır bir top haline gelip kendinden küçük meteor ve ağır metalleri de çekerek yavaş yavaş büyüyüp yaşam için gerekli şart ve koşulları oluşturmasıyla başlamıştır. Diğer semavi dinlerin ve inançların aksine Anadolu Aleviliği de bu durumu bilimin tanımına paralel bir şekilde kavramsallaştırmıştır. Bu inanışa göre evren ve insan varolmadan önce “hatta semavi dinlerin tanrısı” yaratılmadan önce, gökte bir kandil vardı, bu kandil daha sonradan balkıyıp saçıldı ve nurundan milyonlarca kandil meydana geldi. Bu durumu Şah Hatayi bir nefesinde şöyle anlatır: Bir kandilden bir kandile atıldım./Turab olup yeryüzüne saçıldım./ Bir zaman Hak idim, Hak ile kaldım./ Gönlüme od düştü yandım da geldim. Alevi felsefesinde ki varoluşu farklı çağlarda yaşamış olan aşık-ı sadıklardan da örneklendirelim. Ene’l Hakk şehidi Nesimi :

 

“Eğer sual eder isen sırrımdan./ Cümlemizi var eyledi varından./ Hak yarattı kainatı nurundan./ Kandilde balkıyan nurdan gelirim.

 

Seyit Feyzullah:

 

Yer yok iken gök yok iken dolaştım
Muallakda beyaz kufar’a düştüm
Kırkların ceminde engürü içtim
Ol yeşil kubbeye konduğum zaman

 

Devrani Baba ise:

 

Sorma ne hacet bizleri sofu
Ta ezel künyede ismimiz vardır
Dünya kurulmadan yüzbin yıl evvel
Ol yeşil kandilde cismimiz vardır

 

Aşık Senem Ana :

 

Aramaynan hak bulunmaz
Bakmaynan göze görünmez
Çıkıp meydanda salınmaz
Aslın nurdadır sevdiğim

 

Sıdkı Baba ise:

 

Kudret kandilinde bir ışık (ziya) iken
Ta ol zaman aşık oldum nura ben
Ziyasından (ışığından) halk eyledi toprağı
Vücut buldu bu eşyanın menbaı

 

Yine Devrani Baba :

 

Kandilin içinde nur olan biziz
Mekân ötesinde sır olan biziz diyerek akıl süzgecinden geçirip, gönül tandırında pişirip aktarmışlardır bu felsefeyi.

Patlamadan sonra doğanın ve insanın varoluşunu ise Daimi Baba şöyle özetliyor:

 

“Bir Gerçeğe Bel Bağladım Erenler

Aldı Benliğimi Bitirdi Beni

Damla İdim Bir Irmağa Karıştım

Denizden Denize Götürdü Beni

 

Nice Kabdan Kaba Boşaldım Doldum

Karıştım Denize Deniz Ben Oldum

Damlanın İçinde Evreni Buldum

Yine Benden Bana Getirdi Beni

 

Buhar Oldum Yağdım Yağmurlarınan

Karıştım Toprağa Çamurlarınan

Piştim Fırınlarda Hamurlarınan

Üstadım Sofraya Yatırdı Beni

 

Çiğnediler Dişler İle Ezildim

Vücut Eleğinden Geçtim Süzüldüm

Çaldı Kalem Bir Deftere Yazıldım

İrfan Mektebine Yetirdi Beni

 

Daimi’yim Ermişlerin Ereği

Böyle İdi Tabiatın Gereği

Ölmez Bir Ananın Oldum Bebeği

Aldı Dizlerine Oturdu Beni”

 

Yani buradan anlayacağımız üzere Alevi felsefesinde Hakk ışıktır, nurdur, alemi var enerjidir. Doğa da o nurdan varolduğu için Hakk’ın bir parçasıdır. Kadim Alevi felsefesi de semavi dinlerin tüm baskısına rağmen bu felsefeyi takiyye yapılarak sürdürülen ritüellerle günümüze kadar getirmiştir. Ağaç ziyaretleri; dağ, tepe ziyaretleri; su gözesi ziyaretleri bunlara çok iyi bir örnektir.

 

Alevî bilgeliği o kadar büyüktür ki “Sıdk ilen bağlanda kara daşa bağlan.” sözünde vurgulandığı gibi aşk ile bakılan heryerde Hakk’ın görüleceği, evrendeki herşeyin Hakk’ın kendisi olduğunu söylemiştir. Görünen (madde), görünmeyen (enerji) herşeyin toplamı Hakk’tır.

 

Hakk’ın parçası olan doğadan kısaca bahsettik. Peki adem’in yolda ki ehemmiyeti nedir?

 

Ekolojik Sosyalist Filozof Reclus insanı “İnsan, doğanın kendi bilincine varmasıdır.” diye tanımlarken aynı doğrultuda Alevi felsefesi de insanı, özündeki Hakk’a ulaşma bilincine sahip olduğu için kutsamıştır. Pir’imiz Hünkar Hace Bektaş Veli’de Hakk’ı arayış içerisinde olan insanlara “Hararet nardadır, sacda değil,/ Keramet baştadır, tacda değil./ Hakk’ı arar isen kendinde ara,/ Kudüs’te, Mekke’de, Hacda değil.” diyerek yol göstermiştir.

 

İnsan “Ene’l Hakk” bilince eriştiği için Alevi felsefesinde kutsiyet kazanmıştır ancak kutsal olan “Adem” olan insandır. Hünkarın sözünde vurguladığı gibi “Adem suretindeki herkes Adem değildir.”, aynı konu üzerinde Kaygusuz Abdal’ın da bir nefesi vardır “ Bu adem dedikleri/ El ayakla baş değil/ Adem manaya derler/ Suret ile kaş değil.”

 

Peki yolun adem tanımı nedir?

 

İnsan, masum olarak doğar, yol diliyle söylemek gerekirse doğduğunda masum-u paktır. Çünkü henüz sistemin dayattıkları ile kirlenmemiş, nefsini, özündeki Hakk’a tercih etmemiştir. Buluğ çağına geldikten sonra kişi artık işlediği iyi-kötü tüm işlerden sorumludur. Burada bir tercih yapmak zorundadır ya nefsini hoş tutmak için amel işleyecek, ya da insanlığın yararına…

 

Tam da işte burada ayrım başlıyor, nefsine biat eden mahlukat sınıfında yer alıyor, insanlık için çalışan iyinin, doğrunun, güzelin yanında olan ve olmaya çalışan ise adem olarak niteleniyor. 4 kapı ve kırk makamı geçmesi ile adem’e artık İnsan-ı Kamil deniliyor. İnsan-ı Kamili ise Hünkar “Bütün varlık suretlerinin kalbi, gerçek insan-ı kâmil’dir.” diyerek açıklıyor.

 

Kısaca mahluk; nefsine biat eden, insanlar arasında ayrım gözeten kişiye; adem, nefsine değil özündeki hakka ulaşmaya çalışan ve bu doğrultuda iyi, doğru ameller işleyen kişiye; Adem’in varacağı son mertebe olan İnsan-ı kamil ise, Hakikat’e erdikten sonra özündeki hakka ulaşan, evrendeki gördüğü herşeyi Hakk gören kişidir.

 

Bu konuya dair son olarak Hünkar evlatlarından Kalender Çelebi’nin müsahibi Pir Ali Aksarayi’nin oğlu İsmail Maşuki’nin “"İnsan kadimdir; yaratılmamıştır, yaratandır. Her biçimde gözüken o'dur (Hakk'tır). Öyleyse görünen tanrıya tapalım." Söylemek Hünkar Hace Bektaş Veli felsefesinin ademe bakışını özetlemektedir.

 

Bunu kavradıktan sonra Hünkar’ın iki sözüne anlam verebiliriz. “Adem suretindeki herkes adem değildir” derken tam da biraz önce yazdıklarımı/söylediklerimi kastetmiştir. İnsan çatısı altında bulunan o üç farklı karakterin fiziken aynı ama mana boyutunda farklı olduğunu dillendirmiştir.

 

Bu ayrımın farkına vardığımıza göre şunu söyleyebiliriz Hakk yolu felsefesinde kutsanan, incitilmemesi gerektiği söylenen, saygı duyulması, bir nazardan bakılması istenen Hitler gibi, Dersim katliamcıları gibi, Işid’li teröristler gibi mahlukatlar değil; insanlığa katkıda bulunmuş Ghandi, Che, Einstein, Türkan Saylan, Aziz Sancar gibi ademler; Hallac-ı Mansur, Nesimi, Hace Bektaş Veli, Kadıncık Ana, Sultan Sahak, Abdal Musa, Kızıldeli, Şeyh Bedreddin, Şeyh Araboli, Mahmut Baba, Sıdkı Baba, Meluli, İbreti gibi İnsan-ı kâmillerdir.

 

Vahdet-i Vücut felsefesi ile Hakk’ı, doğayı ve insanı bir olarak gören Hace Bektaş Veli ve Hakk Yolu Felsefesi insanlar arasında ayrım gözetmez ve onları; rengine, cinsine, cinsel yönelimine, diline, etnik kimliğine göre ayırmaz çünkü yol bunun üzerine inşa edilmiştir. Hünkar Hace Bektaş Veli’de “Cümle insanlığa bir nazardan bakınız.” diyerek ırkçılığa yani faşizme, “Kadın-erkek sorulmaz muhabbetin dilinde,/ Hakk’ın var ettiği herşey yerli yerinde./ Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yoktur./ Eksiklik noksanlık senin kendi özünde”  diyerek toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı yolun tavrını vurgulamıştır. “Eşikten içeri giren dişi değil, kişidir, candır.” sözü ile de bir çözüm önerisi getirmiştir. Bu öneri tüm cinsel kimlikleri, cinsel yönelimleri, etnik kimlikleri, kültürleri ve tüm cinsleri kapsayan bir kavram olan “can” kavramıdır. Yani Hünkar’ın felsefesine göre erkekte, kadında; ademde, diğer canlılarda birdir. Ve hiçbirinin birbiri üzerinde üstünlüğü yoktur.

 

   Hünkar Pir hakkında elimizde resmi tarihçilerin uydurmaları , onun adına bir sünni alim tarafından Osmanlı şehzadesi için yazılmış bir  kitap (Velayetname) ve halk tarafında anlatılagelen hikayeler dışında sahih bir kaynak yoktur veya çok azdır. Ancak tarihsel süreçleri dikkate alarak, nesnel tarihçilik yapan kişilerin çalışmalarından yararlanarak Hünkar Hace Bektaş Veli hakkında genel bilgilere ulaşabiliriz.

 

Hace Bektaş’ı anlamak için elimizde bulunan kaynaklardan halk efsaneleri aslında ciddi bir şekilde incelendiğinde bize tarihsel verileri vermekle beraber Hünkar Pir’in felsefesini anlamamızda da yarar sağlıyor. Bu durumu iki anlatı ile örneklendireyim:

 

Bir anlatıya göre Pir Hace Bektaş; Horasan’dan Anadolu’ya güvercin donuna girerek gelir. Durumun farkına varan Rum erenlerinden Karacaahmet “Şahin”, Hace Doğrul ise “Doğan” donuna girip onun Anadolu’ya gelmesini engellemek için ona saldırırlarken Hünkar insan donuna bürünür ve doğan ile şahini tutar. Bunun üzerine Hace Doğrul ve Karacaahmet, Hünkar’dan aman dilerler ve içlerine kabul ederler.

 

Burada mistikleştirilerek anlatılan bu olayın iç yüzü aslında şudur: Hünkar Pir Anadolu’ya ilk geldiğinde yalnız ve tektir. Güvercin ile simgeleştirilmesinin sebebi zararsız ve barışın elçisi olmasıdır. Karacaahmet ile Hace Doğrul’un şahin ve doğan donuna bürünerek Hünkar’ı uzaklaştırmak isteme sebepleri ise bize şunu gösteriyor: Rum Abdalları, Horasan Erenlerini içlerine doğrudan kabul etmemişlerdir ancak daha sonra Horasan Erenleri ile aynı yolun sürekleri olduklarını ve Hünkar’ın yol içindeki mertebesinin kendilerinden yüksek olduğunu görmeleri ile sonuçlanmıştır. Ve nihayet Hünkar’ı Mürşit addetmişlerdir.

 

Bir diğer anlatıda Hünkar ile Bava Kureyş arasında geçen şu olaydır:

 

"Seyyid Mahmut Hayrani bir arslanın sırtına binmiş eline de yılandan

bir kamçı almış Sulucakarahöyük `e, Hünkâr Hacı Bektaş `ın yanına

varmış...

Hacı Bektaş Veli bakmış ki karşısında, altında Arslan, elinde ejderha,

Seyit Mahmut Hayrani geliyor.

O da duvara binmiş ve yürü demiş duvara. Duvar yürümeye başlamış.

Marifet, cansızı yürütmektir, canlıyı değil` deyince, Seyit Mahmut

Hayrani, Hünkârı takdir ederek özür dilemiş."

 

Burada ki anlam da şudur, yol içinde ocaklar müsahip-rehber-pir-mürşit ocakları olarak birbirine bağlıdır. Babai ayaklanmasından sonra ise bütün ocaklar “Serçeşme” olarak bilinen Hace Bektaş Dergahına bağlanmıştır. Kimi Hace Bektaş’ın Hakk’a yürümesinden sonra Çelebilere bağlılığını sürdürmüş (bunları tarıklı ocaklar diyoruz.), kimi de eskide ki ocak sistemine dönmüşlerdir (bunlara da pençeli ocaklar diyoruz.) Kısacası burada anlatılan , Baba Kureyş’in o dönemde Hace Bektaş’a bağlı olduğudur.

 

Bu örneklerden de anlayacağımız, bu gibi efsaneleri zahiri, yüzeysel boyutta değil de mana boyutunda anlamak gerekir. Yoksa “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” diyen Hünkar’ın felsefesini akıl dışı masallarla kendi ellerimizle yok etmiş oluruz.

 

 

HACE BEKTAŞ VELİ’Yİ ANMAK MI, ANLAMAK VE ANLATMAK MI?

Unesco 2021 yılını Hace Bektaş Veli'nin Vefatının 750. Yıl Dönümü, Yunus Emre'nin Vefatının 700. Yıl Dönümü ve Ahi Evran'ın Doğumunun 850. Yıl Dönümü olarak ilan etmesinin üzerine gerek devlette gerek Alevi Kurumlarında büyük bir ilgi karşılandı. Bu durum doğaldır bir Alevi Pir’inin isminin bir yıla verilmesi Alevi kamuoyu açısında çok iyi bir gelişme eğer kurumlar tarafından iyi değerlendirilirse de bizlere dönüşü çok iyi olacaktır. Ancak bugüne kadar yapılanlara bakıldığında birkaç kurumun yaptıkları dışında yapılanlar içler acısı. Birçok etkinlik ve girişim ile dopdolu geçirilecek bir yılın yarısı bomboş geçirildi. Koskoca vakıflar, dernekler bir grup kişi ile dergahta bir duaz-ı imam ve eşliğinde çerağ uyarılmasını yeterli buldu. Pir Hünkar’ı, Yunus Emre’yi ve Ahi Evran’ı anlatmak ise devlete kaldı. Devlet’in bu kadar ilgi duymasının sebebi de tam da budur. Devlet bu boşluğu kendi değimleriye “Bizim Yunus”  “Bizim Hacı Bektaş”, “Bizim Ahi Evran” ile dolduracak. Geçmişte Yunus’a yaptıkları gibi Anadolu’nun Kadim Hakk Yolu inancının temsilcisi Hünkar Pir’i de; 5 vakit namazında-niyazında, hacca gitmiş, Ahmet Yesevi’nin halifesi ve görevi İslam’ı Anadolu’ya yaymak olan bir cihatçı yapacaklar. Ve Anadolu Alevi Hareketi bu duruma yine aynı şekilde tepkisiz kalacak.

 

Bu konuyu burada bırakalım ve asıl konuya dönelim. Bu anlattıklarım üzerine bence hepimiz şunu düşünmüşüzdür: Bugün bu haldeysek yoldan ve erkandan uzaklaştığımız içindir. Çünkü yolumuz günümüzde yaşadığımız birçok soruna çözüm getirmiş bir yoldur. Hünkar Hace Bektaş Veli gibi değerlerimizin aktardığı felsefemiz hâlâ güncelliğini korumaktadır. Bu konuyu biraz daha açalım.

 

Bizim Pir’lerimiz yolumuz bugün yaşadığımız ekonomik, ekolojik, toplumsal ve siyasal krize; Marks’ın Komünist ütopyasından, Murray Bookchin’nden önce Ekolojik Toplum ütopyasınından binlerce yıl önce “Rıza Şehri” gibi bir ütopya ile çözüm sunmuşlardır.

 

Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği’ne, Irkçılığa, Ekolojik yıkıma karşı; evreni tek vücut gören felsefesi ile insanlar arasında yapılan ayrıma karşı çıkmış, insanı doğanın efendisi değil, parçası konumuna getirmiştir.

 

Peki sorun ne?

 

Sorun şudur ki biz sadece bu değerleri; Hallac-ı Mansur’ları, Seyyit Nesimi’leri, Hünkar Hace Bektaş Veli’leri, Kadıncık Ana’ları, Kızıldeli Sultan’ları, Şeyh Bedreddin’leri, Pir Sultan’ları, Elif Ana’ları sadece anıyoruz, anlamak ve anlatmak için çaba göstermiyoruz.

 

Son olarak bizler için bu yıl; Hace Bektaş Veli’yi, Yunus Emre’yi anma yılı değil anlama ve anlatma yılı olmalı. Sadece anmak isimlerin unutulmamasını sağlar ancak o felsefeyi anlamak, o Pir’lerin geçmişte verdiği o Hak ve Hakikat mücadelesini anlamamızı ve o doğrultuda mücadele etmemizi sağlar. Ancak ve ancak “kısır tartışmaları” bir kenara bırakıp Hünkar Pir’in değimi ile “Bir olup, İri olup, Diri olursak” bu şekilde Hünkar Hace Bektaş Veli’yi ve felsefesi olan Kadim Anadolu Aleviliğini yaşarız ve yaşatırız.

 

                                                                                                                          Mustafa Sazcı

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar