İNKÂR, İMHA VE ASİMİLASYONUN ACI PORTRESİ 

                                               “Biz de Sizin Gibiyiz Artık

 “Üzülme gurban üzülme sahapsız değilik, yalangızın sahabı Şah-ı Merdan’ımış.”                                          

    Her insanın yaşam serüveninde bir söz vardır ki kiminin yaşamını alt-üst eder, kiminin ise yaşamı yeniden inşasına vesile olur. İşte sahipsiz (tek sahibi Şah-ı Merdan olan) Abdalların ziyaretgâhı Ana Meryem türbesinin yıkımı üzerine Fadimana Teyze’nin söylediği bu söz de yıllardır kendi hakikatinden kaçmak için kendine yeni kılıflar biçen fakirin hayatında alt-üst oluşun ardından, yeni bir yaşamın inşasına vesile oldu.  

    Yıllardır Alevi kurumları ve sosyalist partiler içerisinde ezilen inançların ve ulusların varoluş mücadelelerinde yer aldım ancak son bir yıldır tüm bu alanlarda verdiğim mücadeleyi kendi öz kimliğim olan Abdallıktan soyunup bir kimliğin içerisinde tekrardan doğma aracı olarak gördüğümün farkına vardım. Çünkü Abdallık benim doğum lekemdi. Ya o bölgeyi kesip atacaktım ve bu doğrultuda bölekte dinlediğim ninnilerden, ebemin dizinde dinlediğim fıkralardan, oyunlarımızdan, türkülerimizden, Kemanacı Salman’dan, Dörtgöz Süleymen’den, Keçeli Dayı’dan, tehlikelere karşı kendimizi korumak adına geliştirdiğimiz dilimiz “dilceden” velhasıl etimden, kanımdan, kemiğimden vazgeçecektim ya da beni diğerlerine benzetecek bir yama ile o lekeyi kapatacaktım. İşte bir süre, kimlik mücadelesi benim için bu işlevi gördü. 

    Nihayet lisede Kürt Kızılbaş kimliği bu görevi üstlenirken, üniversite de ise Abdal talipleri olsa da kendisi Türkmen olan bir ocağın evladı olmak bu işlevi gördü. 

    İşte Fadimana teyzemizin bu sözü yaklaşık 2 yıldır beni kendi hakikatimle yüzleşmeye yöneltti. Dergâhlarda, cem evlerinde, partilerin eşit yurttaşlık masalarında; “Ama Abdallar da çok sorunlu topluluk.”, “Onları şehrin dışında bir yerde konaklatacaksın, geldikleri yerleri pisliyorlar.”, “Bizlerin yüz karası.” sözleri dillerinden düşmeyen kimi “pirlerin”, “mürşitlerin” bana takınacakları tavır; dışlamaları, yalnızlaştırmaları, acıma-iğrenme karışımı bir tavırla bakmalarının korkusu artık önemini yitirdi. Fadimana anamın yönelttiği kapı, biz “Yalangızların” tek sığınağı medet-mürvet kapısı, tüm bunlara göğüs germe gücünü fakire bahşetti. 

     Evet, ben -benlik getirene lanet olsun- bir Abdalım. Malatya-Tenci’den göçen Tencili Aşiretinin Şorevi Hamzalı oymağından Rahber Durmuş Ali Dedelerin, Mahmut Babaların, Ali Hoca Babaların torunuyum. Yazları oba oba gezerek kazandıklarını kışın aç yatağa girmemek; hanesine gelen, Ali olarak gördüğü mihmanı boş çevirmemek uğruna harcayan, karnı doyduktan sonra ötesini önemsemeyen, mülkiyet hırsını hiç tatmamış olan bir kavmin evladıyım ve bu benim için artık saklamak zorunda olduğum bir doğum lekesi değil, cihan var olmadan ikrar verdiğimiz o 7 abdalın bizdeki nişanı haline geldi. 

Dertli Kemter’in buyurduğu üzere: 

Ben bu Abdallıktan gerüye kalmam 

Tuttum Abdallığı elden bırakmam 

Hem Hadîce hem Fatîma hem Selman 

Kemer-bestelerin beli Abdaldır.

     Konuya gelecek olursak bu yazımız başlıkta da belirtildiği üzere yüzyıllık politikalar sonucu Abdalların yerelde yaşadığı asimilasyonun bir acı portresini çizmek niyetiyle kaleme alınmıştır. Bu portreyi ise genelin prototipi olan Doğanlar (Sultan Mesud), Yenimahalle mahalleleri üzerinde çizeceğiz. 

    Doğanlar ve Yenimahalle Konya’nın merkez ilçesi Karatay’ın merkezinde bulunan büyük bir çoğunluğu Hacı Bektaş Çelebilerinden icazet ile hizmet yürüten Karayağmurlu (Yağmuroğulları) Ocağı’nın evlatları (hakikatler) ve taliplerinden oluşmaktadır. Geçmişte, Yenimahalle özelinde halen, ikrar, görgü ve musahip cemlerinin sürdüğü ender yerlerden olan bu iki yerleşim yeri, bugün yolun-erkânın esamesinin okunmadığı mahalleler haline geldi. Peki burada ne oldu bitti de bu olanlar bir “inanç kırımına’’ vesile oldu? 

    Ezcümle bu yazıda anlatılacaklar ne senin ne benim ne de yalnızca Doğanlar’ın hikayesi. Bu hikâye Anadolu Abdallarının hikayesidir. 

Ötekinin Ötekisi: Abdallar 

    Anadolu’da abdal diye anılan topluluklar, yaygın bilinenin aksine, bir kısmı hariç çoğu kentlerde yaşamaktadır ve hatta bir kısmı da o kentlerin merkezlerindedir. Buna ek olarak Abdalların, Bektaşilerden sonra kentlerde yaşayan ikinci Alevi topluluğu olduğunu belirtebiliriz. Türkiye’de merkezleri Kırşehir, Keskin, Bala yöreleri ve Malatya, Antep, Maraş ve Hatay olan Abdallar; bu yerellerden Türkiye’nin çoğu iline dağılmıştır. Bunun yanı sıra bu topluluk sadece Türkiye’de de değil Suriye/Şam-Halep, İran, Irak-Bekova, Ürdün’de de varlığını sürdürmektedir. Bağlı bulundukları ocaklar ise başta Hacı Bektaş, Kızıl Deli, İmam Zeynel Abidin, Musai Kazım; Akdeniz ve Ege bölgesindeki Abdalların bağlı bulunduğu Tozluoğulları (Ahmet Zemci), Karayağmurlu ya da Himmetçi Ali Baba Ocağı’dır. 

    Abdallar kendilerine “Abdal” demelerinin sebebini şöyle anlatıyor:

“Biz ta Kal û Bela’dan beri yedi bölüğük (aşiret, kavim, oba vb.). Derler ki, Hakk kün deyip cihan kurulunca 7 Abdal zuhur etti bu aleme. Böyüklerimizin, kâmillerimizin dediklin bu abdalların başı ahan niyazı olsun Şah-ı Merdan’ımış. Ondan kerlim, bu 7 abdala da yedi bölüğün emanatçılığı verilmiş. O abdallar bunları her türlü gazadan, beladan, tufandan korumuş ama onlarda o abdallara hörmette kusur etmemiş, katarından-didarından ayrılmamışlar, onların yolundan gettüğümüz içün de bizlere abdal denmiş.” Ve devam etti: “Ama biz bu şeerlere (şehirlere) gelip konunca o abdallara verdiğimiz ikrarı çiğnedik, gurban olduklarım da bizi çiğnediler ondan böğün bu haldeyik.” 

    Abdalların yaşadıkları bölgede geçim kaynakları başlıca şunlardır: çalgı-çengi, debbağlık (dericilik), kalaycılık, sepetçilik, kuyumculuk, çerçicilik, bohçacılık, çelenkçilik… Ancak bunun yanı sıra üzerinde durulması gerektiğini düşündüğüm asıl faktör, dikkate değer bir kısmın bu işler dışında kalan zamanlarında yaptığı dilencilik faaliyetidir. 

    Altı çizilmesi gereken bir başka husus da abdalların tüm bu faaliyetleri yaparken amaçlarının tarihin hiçbir döneminde sermaye biriktirmek olmadığıdır. Abdalların tüm amaçları yalnızca karınları doyurmak, zemheri ayını çıkarmak olmuştur. Bu nedenle 60’lara hatta 70’lere kadar Sünni olarak gördükleri köylülerden yalnızca buğday, şeker, un talebinde bulunmuşlardır. Bir kısmı da bunun karşılığında dikiş, nakış ürünlerini vererek takas usulü ihtiyaçlarını karşılamıştır. 

    Abdallar, başta da belirttiğim üzere “kentlileşme” sorunu yaşayan “kentli” bir toplumdur aslında. Diğer Kızılbaş topluluklardan önce kente yerleşmelerinin yanı sıra o uyum sürecini gerek Kalenderiliğin önemli kalıntılarını bünyelerinde bulundurmaları gerekse inançsal ve kültürel kodları nedeniyle tamamlayamamışlardır. Yani abdallar hâlâ göçebelik sürecinin kültürel ve inançsal kimliğini taşımalarına rağmen göçebeliği büyük oranda sonlanmış bir topluluktur. Ek olarak Abdalların kendine özgü dillerinde “köylü” ifadesi “Sünni” ifadesi anlamında kullanılmaktadır. (Bu metnin alan çalışmasını yaparken çoğu konuda referansım olan 75-80 yaşları arasındaki Fadimana teyzemizi köylerde Alevilerin var olduğuna inandıramamıştım.) 

RANT, UYUŞTURUCU/FUHUŞ VE TARİKATLARIN KISKACINDA BİR ALEVİ MAHALLESİ: 

    Abdallar, biraz önce de belirttiğimiz üzere bir kısmı çok önceleri olmak üzere -450-500 yıllık geçmişe sahip bir abdal yerleşim yeri olan Zeytinköy gibi istisnalar dışında- büyük oranda 1940’ların ortalarından itibaren göçebelik sürecini sonlandırarak oba oba kentlere yerleşmeye başladılar ve hâlâ bu süreç devam etmektedir. Bizim birkaç cümlede geçtiğimiz bu süreç abdal toplulukları için hiç de kolay olmadı. 

    Kente göçün ardından tüm Alevi topluluklarında olduğu gibi abdalların da kent yaşamına ve kentliliğe uyum aşaması, topluma oldukça sancılı bir süreç yaşattı. Bu uyum süreci, yukarıda belirttiğim nedenlerden ötürü kentteki ekonomik faaliyetlere entegre olamama ve çocukların eğitim/öğretim hayatına tutunamamaları sorununu da beraberinde getirdi. 

    Aşırı yoksulluğun pençesinde kıvranan Abdallar, tüm bu sıkıntıların yanı sıra inançsal ve kültürel dışlanmanın ve baskının bir sonucu olarak kentli toplumu oluşturan büyük bir çoğunluğun Sünni olması hasebiyle içe kapanık bir topluluk halini aldılar. Kentli toplum ile ilişkilenememe sorunu toplumun gelişimini ve toplumda “kentlileşememe” sorununu da doğurdu. Kentin ekonomik faaliyetlerine uyum sağlayamayan abdalların bir kısmı fabrikada ve hallerde hamal olarak çalışırken büyük bir çoğunluğu da geçmişten beri yapageldikleri davul-zurna (çalgı-çengi), sepetçilik, kalaycılık daha sonraları ise eklenen çelenk işlerini devam ettirdiler. Ancak tüm bunlar arasında en büyük ekonomik faaliyetleri davul-zurnacılık işi idi. Bunun da yazları tek-tük olan düğünlerde elde edilen iki üç kuruş olduğu hesaba katıldığında kışın yaşamlarını idame ettirebilecekleri iki şey kalmaktadır: Tefeciden borç almak ve yine bu borcu başka bir tefeciden alınan borç ile kapatmak. Nihayetinde de bu borcu ödemeleri gerektiği ve yaptıkları iş ile de bu borcu ödeyemeyecekleri için göçebelik sürecinde yaptıkları dilencilik faaliyetini kentlerde sürdürme zorunluluğu. 

    80’lerin sonu 90’ların başı, kentlerin biraz daha modernleşmesi ve geçmişin gettolarının şehir merkezi haline gelmesi ile birlikte tüm bu sorunlar yetmezmiş gibi Abdallar, iktidar erkini elinde bulunduranların zorbalıklarına maruz kaldılar. Kent merkezlerinde Abdal topluluklarına tahammül edemeyen iktidarlar çeşitli politikalarla Abdalları yerinden yurdundan etmek istemiştir ancak başarılı oldukları söylenemez. 

     Bu istekleri içinse ellerinde henüz kullanmadıkları birkaç plan daha vardı ve 90’ların başında bu planlarda devreye girecekti. Bu planların nihai hedefi Abdalların yaşadığı alanları kentsel dönüşüme açmaktı ancak bunu zoru kullanarak yapamayacaklarını anlayan karanlık eller “Zeytinköy” örneğine ilişkin yazdığım yazıda belirttiğim üzere tüm bu yerellerde uyuşturucu ve fuhuşu devreye soktu.    

    Gençler ilkin kullanmaya daha sonra da içebilmek adına aracılığa ve nihayetinde satıcılığa başladı. Tüm bu olanların yanı sıra kimi mahallelerde bu olay yine Abdallar gibi ötekileştirilen Çingenlerin Abdal mahallelerine yerleşimi sonucu Çingen gençlerin aracılığıyla gerçekleştirildi. Nihayetinde 2010’ların başına geldiğimizde dejenerasyona kurban gitmiş bir inanç ve kültürden geriye on binlerce bağımlı ve yine on binlerce fuhuşa sürüklenmiş genç kaldı. 

    Evet, bu planlar Doğanlar ve Yenimahalle içinde uygulanacaktı ve vakit artık çatmıştı. Şimdi tehlike çanları Doğanlar ve Yenimahalle için çalıyordu. 

    Doğanlar ve Yenimahalle’ye daha önce hiç gelmediği kadar takım elbiseli ve kravatlı yetkililer girip çıkmaktaydı. Bu kravatlı yetkililer; abdalların yaşadıkları ortamın sağlıksızlığından ve bunun bir an evvel çözülmesi gerektiğinden, “devlet” babamızın şefkatli kollarıyla onları sarıp sarmalayacağından, tapusuz olan bu evlerin elbet bir gün yıkılacağından, bu güzel fırsatı kaçırmamaları gerektiğinden bahsediyorlardı. İlk duyduklarında kulağa hoş gelen bu halisane anlayışın amacı anlaşıldığında yardım elinin sosyal yardım kuyruğundaki Abdallara değil, rant kuyruğundaki inşaatçılara olduğu anlaşılmıştı. 

    Göçebelik sürecinin sonlanması ile birlikte Abdalların zar zor yerleştikleri derme çatma, sağlıksız olsa dahi yerleştikleri evler ve en azından bir arada olmanın verdiği rahatlık, yaşamlarını bir şekilde idame ettirmelerini sağlıyordu ancak yetkililer sağlıksız gecekonduları; konforlu, sağlıklı, yaşama elverişli hale getirmek yerine şehir dışında gösterilen arsalar ve cüzi miktar para -en kötü evin 500-600 bin TL olduğu dönemde 70-100 bin TL gibi bir ücret- ile çözüm sunmayı tercih etmişti. Ancak görüldüğü üzere bu iyi niyet gösterisinde de Abdalların barınma, sağlık, istihdam, eğitim sorunlarına ilişkin hiçbir çözüm bulunmamaktaydı. 

    Tüm bu gerçekliklerle yüzleşen Abdallar, Zeytinköy örneğinde de olduğu gibi bu teklifi kabul etmediler. Aslında bu reddiye Abdalların üzerinde oynanacak oyunların fitilini ateşleyen ilk kıvılcım olmuştu. 

     90’lı yılların sonundan itibaren yukarıda ve daha önceki iki yazımızda bahsettiğimiz uyuşturucu başta Doğanlar olmak üzere Yenimahalle’ye de girmişti. Elbette ki bu yazıda diğer iki yazımızda değindiğimiz uyuşturucunun kimler tarafından, hangi yöntemlerle getirildiği, devamlılığının nasıl sağlandığına, yetkililerin uyuşturucu ve fuhuşa karşı niçin etkin rol almadıklarına değinmeyeceğiz. Bu nedenle konuya ilişkin detaylı bilgi için ilgili yazıları yazının altına iliştiriyorum. 

    Mahallede ki uyuşturucu ve beraberinde fuhuşun yükselişe geçmesi Alevi toplumu nezdinde aynı misyonu üstelenen tarikatlara da alan açtı. 

    İlkin mahalle sakinlerinden M.Ş.’nin evinin bir odasında başlayan sohbet geceleri, Doğanlar’daki tarikat yapılanmasının temellerini atmış oldu. Çeşitli ilahiyatçıların, hocaların katılımı ile süren sohbetlerin devamında kadın ve erkek Kur’an kursları da açılmıştı. Nihayetinde bu gayrimeşru yapılanmanın devletten veya çeşitli kurum ve STK’lardan maddi bir kaynak alabilmesi için dernekleşmesi gerekiyordu. Akabinde A.M. ve F.K. gibi hocaların da desteği ile M.Ş. ve ailesi tarafından dernek kuruldu. 

Doğanlar Eğitim Kültür Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği adıyla kurulan bu derneğin misyonunu M.Ş., katıldığı Kanal42’de yayınlanan M.A. Kayacı’nın sunduğu İstikamet programında şöyle bir ifadede bulunuyor: “Derneğimizin amacı Doğanlar Mahallesi’ndeki kardeşlerimizi ‘İslam’a’ davet etmekti.” Yine bu programın ilerleyen dakikalarında şunu da ekliyor: “Biz bu dernekle, şehadet bile getiremeyen kişileri İslam ile tanıştırdık.”. Doğanlar’daki Abdalların Allah’ı, Muhammed’i, Kur’anı ve İslam’ı bilmediğini iddia eden M.Ş., bu dernek sayesinde Kur’an ile tefsir ile bu “sapkın” vatandaşları dine yönelttiklerini iddia ediyor. 

    Yine Kanal 42’de Belde-i Muhayyere adlı programda M.A. Kayacı, derneğin önemini kendi penceresinden şöyle aktarıyor: “Benim ilgilendiğim konu bu meselenin İslami bir süreç olması. İslami bazı eksikliklerin tamamlanması açısından aynı zamanda tüm bunlar için maddi birtakım eksiklikleri ortadan kaldırma yolunda dernekleşmek gerekiyordu ve buna siz öncülük ettiniz.’’ 

    Tüm bu söylenenlerden de anlaşılacağı üzere Doğanlar’daki Abdallar; sapkın, ehl-i küfür, cahil cühela takımı veya daha hafif tabiriyle eksik Müslüman olmaları hasebiyle onları İslam’a davet etmek müminlerin boynuna farzdı ve dernek, faaliyetlerini bu anlayışın üzerine tesis etti. Bu dernek ile beraber tarikat-cemaat örgütlenmeleri bir anda çığ gibi büyüdü. Hatırı sayılır özgül ağırlığı olan Nakşibendiler ve Kadiriler; ev sohbetleri, Kur’an kursları ile faaliyetlerini sürdürmeye devam etti. 

 Ancak şunu belirtmekte yarar görüyorum: Alanda yapmış olduğum çalışma sırasında bu faaliyeti yürüten kişiler, yapmış olduğumuz görüşmelerde Aleviliğe yönelik doğrudan bir ithamda bulunmamakla beraber geçmişleri karanlık, bidat ehli, dinden haberdar olmayan Abdallar’ı İslam ile şereflendireceklerini söylediler. Bunun yanı sıra sorduğumuz “Abdalların geçmişteki inancı hakkındaki düşünceniz nedir?” sorusuna ise “O düşünceyi İslam dairesi içerisinde görmüyoruz. Maksudumuz bu kardeşlerimize o dairenin sınırlarını, çeperini göstererek içine davet etmektir. Elhamdülillah olumlu dönüşler de alıyoruz.” 

     Evet anlaşılacağı üzere bir Alevi-Abdal mahallesi olan Doğanlar’daki misyonerlerin ve onların mahalledeki işbirlikçilerinin Aleviliğe bakış açıları bu çerçevede. 

    Peki Doğanlar halkının düşünceleri ne? 

    Şüphesiz ki en acısı da bu. Abdallar ile yapmış olduğumuz görüşmede söyledikleri yegâne şey, artık eskisi gibi olmadıklarıydı. Eskiden cahillikten dolayı saz çalıp, rakı içip semah döndüklerini; şükür ki hocaların, imamların sayesinde cahil dedelerden kurtulduklarını, Kur’an öğrendiklerini, kadınlarının tesettüre girdiğini söylediler ardı ardına. 

Onlara rağmen hasbelkader yol-erkân hizmetlerinin yürütüldüğü Yenimahalle, Doğanlar’daki Abdalların hasmı haline gelmişti. Yenimahalle’deki Abdallardan bahsedildiği zaman onların dinsiz, imansız olduğundan ağaca, taşa taptıklarına kadar mesel anlatılıyor. Ancak temel dertlerinin komşu mahalle oldukları Yenimahalle halkı değil, kendilerini arındırmaya çalıştıkları Aleviliğin olduğu muhabbetin başlarında anlaşılıyor. 

    Alevilik denilince yüzlerinin aldığı hâl gözlerimin önünden gitmiyor. Bir insan nasıl olur da ait olduğu bir inanca, kültüre bu kadar düşmanlaşır derken kendi ahvalim aklıma geliyor. Gözlerinin içine bakıyorum, bu nefretin yanı sıra olanca ağırlığıyla çaresizlik dolduruyor gözbebeklerini. İşte o an bir bağ kuruyorum kendim ile onlar arasında. Var olmak için benzemek… 

    Elbette ki yüzyıllık inkâr, imha ve asimilasyon süreci tüm Abdal yerleşimlerinde olduğu gibi Doğanların da siyasi tercihlerini etkiliyor. 2023 genel seçimlerindeki sandık sonuçları incelendiğinde R.T.E. %81 oranında oy alırken K.K. %19’u aşamıyor. 

SONUÇ 

    Diğer Alevi-Bektaşi topluluklarına nazaran Abdalların bu sürecin en acısını yaşamalarının sebebini    şüphesiz ki ekonomik problemler oluşturuyor. Şanslı ise derme çatma gecekondu evlerde ya da o evlerin önünde garajdan bozma odalarda yaşayan bir topluluğun temel gereksinimi, inanç ve kültür aktarıcılığı, savunuculuğu değil; daha çok yaşamını idame ettirmek olacaktır. İşte iktidar ve çeşitli tarikatlar-cemaatler, devletin yaratmış olduğu bu acziyetten beslendiler. 

    Gerek M.Ş. ile gerek halk ile yapmış olduğumuz görüşmelerde göze çarpan bir diğer husus ise artık onlar gibi giyinip, onlar gibi inanmalarına rağmen Abdal kimliklerinin onlar için hâlâ bir engel teşkil ettiğiydi. Kimliklerinden dolayı işe alınmıyor, mahalleden çıkmak istedikleri zaman diğer ilçelerdeki kiralık dairelerin fiyatı herkese 1000 ₺ iken onlara 5000 ₺ oluyordu. Hasbelkader ellerine geçen para ile çarşıya gittiklerinde ya mağazalardan içeri alınmıyor ya da acıma, iğrenme karışımı bir duygu ile süzülüyor, alay ediliyorlardı. 

     İşte tüm bu ötekileştirme Abdalları kendi kimliklerinden sıyrılarak Sünni-İslam’ın ahkâmına uygun yaşamaya yönlendirdi. Onlar gibi inanmayı, onlar gibi konuşmayı, onları gibi yaşamayı, onlar gibi giyinmeyi yaşamlarını idame ettirebilmelerinin tek aracı olarak görüyorlardı. Hem bu benzeme süreci, hem iktidarların imhâ, inkar ve asimilasyon politikları hem de toplumsal dışlamanın doğrultusunda cemler bittiği için Allah’a hamdü senalar edilecek bir ritüel, semah ve dem muhabbetleri cahillikten, dinsizlikten yapılan şeyler oldu. Belirttiğimiz üzere yalnızca inançsal bir dönüşümde değil hayatın her alanını onlara uyarlamak şarttı. El emeği göz nuru yazmalar, peşi yere yakın rengarenk kumaşlardan şalvarlar terkedilip, “üsturuplu” baş örtüleri, feraceler giyildi sırf “Pis, Pislik, Çingen, Abdal” yerine “Hanımefendi” ifadesini duyabilmek için. 

    Sona yaklaşırken yaşanan olayın vehametini anlatacak daha birçok örnek var ancak vicdan sahibi herkese bu anlatılanlar yetecektir. Dolayısıyla bundan sonra üzerinde durulması gereken bu işgal edilmiş kalelerde toplumun kendisiyle barışmasını, toplumsal dayanışmayı nasıl örgütleyeceğimizdir. Abdallığın /Aleviliğin kesilip atılması gereken bir doğum lekesi olmadığının, “Gönülden gönüle giden”, aşkın, muhabbetin, “Dili, dini, rengi ne olursa olsun; hiçbir milleti ayıplamayınız.” diyen bir yol olduğunu nasıl anlatacağımızdır. 

     Elbette ki bu mesele yalnızca Abdalların çabaları ile çözüme kavuşacak bir mesele değil evvela herkes kendi özündeki kara ile yüzleşecek, yaptıkları hataların farkına varacak. Daha sonra Abdallar ile ortak bir mücadele hattında buluşacak. 

     Ezcümle bizler anamızın ak sütü gibi helal olan dilimizden, örfümüzden, adetimizden, inancımızından kimliğimizden vazgeçmeyeceğiz, sizler alışacaksınız. Vardık, varız ve var olacağız


İLGİLİ YAZILAR:

- https://baskamecra.com/abdallar/

-https://pirha.org/mustafa-sazci-zeytinkoyde-abdallarin-feryadina-kulak-vermek-hepimizin-boyun-borcu-302419.html/21/12/2021/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar